16 Ağustos 2011 Salı

Yumurtalı Domates Güzellemesi: Menemen

Domatesin tam mevsimi. Güzelim tarla domateslerini - manav tezgahlarına veda etmeden önce – bol bol yemek lazım, diğer mevsimlerde arasak da bulamıyoruz ne de olsa.
Domates meyve midir sebze mi? Botanik bilimine göre meyve, içinde çekirdek, yani kendi tohumu veya tohumları bulunan yiyecektir. Bu tanıma göre domates de kayısı, şeftali, üzüm, taze fasulye, patlıcan, salatalık v.b. gibi teknik olarak meyvedir. Tarlada meyve, mutfakta sebze diyelim, geçelim bu mevzuyu...
Osmanlı (ve de Anadolu) mutfağını D.Ö. (domatesten önce) ve D.S. olmak üzere ikiye ayırmak mümkün keza domatesle ancak 19. Yy ortalarında Abdülmecid’in padişahlığı döneminde tanışıyoruz. Domates o dönemde Avrupa’dan geliyor memlekete. Acemilikten olsa gerek, ilk zamanlarda kızaran domatesin çürümüş olduğuna inanılarak yeşilken tüketiliyormuş. Kızarmış yeşil domatesler...
Sonraları mutfaklarımızın baş köşesine yerleşiyor domates geçmiş onlarca yılın acısını çıkartırcasına. Mevsiminde tazesiyle, mevsimi geçince turşusuyla, salçasıyla, püresiyle, kurusuyla, reçeliyle...

Mükemmel MeNemenin Sırrı

MeNemen mi, meLemen mi?  Soğanlı mı, soğansız mı? Bence bundan böyle soğanlısına meLemen, soğansızına da meNemen diyelim, olsun bitsin. Neticede işin içine soğan girince bambaşka bir lezzet çıkıyor ortaya. Ne dersiniz?
Bundan birkaç yıl öncesine, Samsun’un Kavak ilçesine bağlı Çakallı’daki menemenin tadına varana dek meğer menemen niyetine “ne menem” yemişim hep...
Çakallı, Ankara-Samsun karayolu üzerinde Kavak’a 15 km, Samsun’a 35 km mesafede küçük bir köy. Çakallı’da yaklaşık 10 civarında menemenci ve anladığım kadarıyla daha çok menemencilere hizmet veren 4-5 tane de pideci var. Bu köye has pideler menemenin yanında sıcak sıcak servis ediliyor. Menemeni isteğe göre kaşarlı ve sucuklu da yapıyorlar ama fantaziye kaçmaya, orijinalinden şaşmaya hiç gerek yok. Bu noktada nefsinize hakim olun derim...
Burada gerçekten mükemmele yakın menemen yapıyorlar. Lezzet aşkına ve siz okuyucularıma hizmet adına çözmüş olduğum Çakallı’nın menemen sırrını şimdi, hemen, birazdan, burada paylaşıyorum sizlerle:




2-3 kişilik menemen için 2 adet sivri biberi minik halkalar şeklinde doğruyoruz ve halis Karadeniz tereyağında çeviriyoruz. Çakallı’nın çakal menemencileri alüminyum tavalarda hallediyor işini, ben bakır tava kullandım. Bu arada 3 adet büyük boy tarla domatesinin kabuklarını soyup minicik küpler halinde doğrayarak yumuşayan biberlerimize ekliyoruz. Domatesleri sakın ola ki işin kolayına kaçıp da robotta çekmeyin çünkü minik küpçükler halindeki domates parçalarının sularını muhafaza etmesi çok önemli. Üşenmeyin, leziz bir yemek her zaman sabır ister, uğraş gerektirir, kısa yol tuşu yoktur bu işin...
Karışımın içine bir tutam tuz, biraz karabiber, sivri biberler acı değilse isteğe göre kırmızı pul biber - ben daha önce hazırlamış olduğum acı sosumdan kullandım - ve bir tatlı kaşığı esmer toz şeker ilave ediyoruz (domatesin asiditesini dengelemek için). Karışımı orta ateşte arada bir karıştırarak domatesler suyunu bırakıp tekrar çekene kadar pişiriyoruz.


Yumurta sarılarını (Evet! Yumurtanın sadece sarısını kullanıyoruz) ekleme anı çok kritik. Karışım ne çok sulu kalacak ne de iyice susuz. Fotoğrafla bunu anlatmaya çalıştım. Anlaysunuz daaa...


“O” an geldiğinde tavanın altını iyice kısıyoruz ve büyüklüğüne göre 3 veya 4 adet yumurta sarısını karışıma yavaaaaşça ekliyoruz. Menemenimizi 2-3 dakika daha kibarca karıştırdıktan sonra ocağın altını kapatıyoruz. Üzerine birkaç parça daha tereyağı ilave ettikten sonra tavanın üzerini bir kapakla kapatıp 1-2 dakika dinlendiriyoruz. Bu arada sonradan eklediğimiz tereyağ parçaları da erimiş oluyor.

Sonra mı??? Taze bir pide ya da kalın kabuklu dolgun bir ekmekle şamandıra usulü götürmece mis gibi tereyağ kokan enfes menemeni...





Esen K





5 Ağustos 2011 Cuma

Çifte midye ziyafeti

Herkes koloniler halinde sakallarıyla kayalıklara yapışarak yaşayan mavi siyah ince hafif çizgili midyeleri (Mytilus edulis) bilir. Çift kabuklu yumuşakçalardan olan ve dünyada birçok türü bulunan midye (fr. Moule, ing. Mussel, alm. Muschel, isp. Mejillón, it. Mitilo, cozza, muscolo, yun. Mydi, rus. Chernomorskaya midiya) 13. yüzyıldan beri suya sarkıtılan halatlarda ya da dibe gömülmüş kazıklarda yetiştirilmektedir. Boyu 10 cm’ye kadar uzayabilir.
İngilizce mussel adı, fare anlamına gelen Latince (ve Yunanca) mus kelimesinden gelir. Bu anlamda midyeye neden denizfaresi dendiğini midye resmine bıyık, göz, kulak ve kuyruk ekleyerek anlayabiliyoruz.

Kirli ortamlarda yaşayan midyeler çevreden aldıkları zehirli maddeleri vücutlarında biriktirebildikleri için yalnızca temiz sulardan toplananlar tercih edilmelidir.


Beslenme açısından midye 100 gr’da 80 Kcal sağlar. Kalsiyum, demir ve iyot açısından zengindir.

Günlük taze midye, limon sıkılarak çiğ yenilebilir. Fakat esas pişirildikleri zaman nefis olurlar ve onlarca değişik yöntemle hazırlanabilirler. Tavası, buğulaması yapılabilir, ızgarada pişirilebilir, kabuğu açılıp ufalanmış bayat ekmek, kıyılmış maydanoz, sarımsak ve biraz zeytinyağı ekleyerek ograten yapılabilir. Krema, şarap veya elma suyunda pişirilebilir, omletlerde, suflelerde, sıcak ve soğuk çorbalarda, körilerde, makarna soslarında, paella gibi pilavlarda, kabuklu deniz ürünü salatalarında kullanılabilirler. Belçikalıların milli yemeği olan moules frites’de, çıtır çıtır kızarmış midyeler, patates kızartması ve bir bardak soğuk bira ile servis edilirler.

Temizlenmesi: Midyeleri sudan geçirdikten sonra büyük bir kabın içine boşaltıyoruz, kabımızı su ile dolduruyoruz ve yarım saat kadar bekletiyoruz. Böylece midyelerin kumları suyun dibine iniyor. İçinizi rahatlatmak için bu işlemi birkaç kez tekrarlamanızda fayda var. Daha sonra midyeleri teker teker akan suda bir fırça yardımıyla iyice temizliyoruz. Bu arada kabuğu açık olanları ayırıp atıyoruz çünkü bunlar artık canlı değildir. Midyeler normal şartlarda sudan çıktıktan sonra birkaç gün daha canlı kalırlar.

Midye açma sanatı

Midyeleri açarak sakallarını temizlemenin iki yolu vardır:

1.) Keskin, sağlam küçük bir bıçak yardımıyla midyeleri sakallı tarafından açıyoruz. Sonra, eğer dolma yapacaksak midyenin kabuklarını iki elimizle 180 derece açıyla açıyoruz ve iki kabuk arasında bulunan lifleri parçalamak için midyenin belini kırıyoruz ta ki bir ‘çıt’ sesi duyana kadar. Bu çıtlatma meselesi çok önemli keza bunu yapmazsak dolmalarımız pişerken sağlam kalan lifler gerilecek, midyelerin kabukları açılacak ve içleri dağılacaktır. Çıtlattığımız midyenin sakalını küçük bir makas ile kökünden kesip atıyoruz ve temizleme işlemini tamamlamak için içlerini tekrar sudan geçiriyoruz.

2.) Birincisine göre daha kolay olan bu yöntemde midyelerimizi kaynayan suda kabukları hafif açılana kadar birkaç dakika haşlıyoruz. Bu aşamada ısrar edip açılmayan midyeleri atıyoruz çünkü bunlar da denizden çıkmadan mefta olmuş demektir. Daha sonra çıtlatma işlemini bu kez bıçağa gerek kalmadan uyguluyoruz ve sakalları temizliyoruz. Tekrarlıyorum: Midye dolma yapmayacaksanız çıtlatmaya gerek yok.


Sicilya usulü midye çorbası

Sicilyalılar bu çorbayı denizden kendi çıkardıkları taze midyelerle hemen deniz kenarında yaktıkları ateş üzerinde saplı alüminyum tencerelerde pişirirlermiş.
3 diş ince kabaca doğranmış sarımsağı iki çorba kaşığı zeytinyağında kokuları çıkana kadar çeviriyoruz. İki adet soyularak ince doğranmış domatesi tencereye ekliyoruz ve karıştırarak 4-5 dakika pişiriyoruz. Karışıma bir su bardağı (Ak)deniz suyu (ya da bir bardak iyi su + bir çay kaşığı deniz tuzu) ve bir su bardağı dolusu iyi beyaz şarap ekliyoruz. Bu karışımı birkaç dakika şarabın alkolü iyice uçana dek kaynattıktan sonra içine midyelerimizin çıtlatılmamış olanlarından 20 adet ekliyoruz. Çorba tekrar kaynamaya başladıktan sonra orta ateşte yaklaşık 5 dakika kadar pişiriyoruz ve içine son aşamada bir tutam ince kıyılmış maydanoz ilave ediyoruz. İşlem tamam! 
Bu çorbayı kaşıklayarak değil de kabuklayarak yemenizi tavsiye ederim. Şöyle ki midyenin belini kırdıktan sonra etsiz olan kabuğunu çorbanın suyuna daldırıp bir-iki yudum takılmaca. En son etli kabuğu çorbaya daldırıp etiyle birlikte mideye indirmece... Bon Appetit! 







Sokak tipi midye dolma

50 tane orta boy midye için 4-5 adet büyük baş soğanı ince ince doğradıktan sonra yumuşayana dek sızma zeytinyağında öldürüyoruz. Daha önce iyice yıkadıktan sonra tuzlu sıcak suda bekletmiş olduğumuz bir su bardağı kadar pirinci tenceremize ekliyoruz ve kısık ateşte her bir pirinç yağla kaplanana kadar (için lapa olmaması içün) yavaş yavaş karıştırıyoruz. Tencereye bir çay kaşığı tuz, birer çay kaşığı taze çekilmiş karabiber, yenibahar, tarçın ve bir tatlı kaşığı şeker ekleyerek karıştırıyoruz. Midyenin haşlama suyundan 1 bardak alarak pirinçlerin üzerine döküyoruz ve hafifçe karıştırdıktan sonra tencerenin ağzını açık bırakıp kısık ateşte pirinçler lezzetli midye suyunu çekene dek pişiriyoruz. Bu aşamada pirinçler tam pişmeyecek. Dolma içinin üzerini bir bezle örterek 10 dakika demlendirdikten sonra midyeleremizi içlerinde biraz boşluk bırakacak şekilde bu içle doldurup kapatıyoruz. Boşluk bırakmazsak pişirme esnasında şişen pirinçler midyelerin açılmasına ve içlerinin dağılmasına neden olacaktır. Midyeleri büyük bir tencerenin dibine dik olarak balık istifi dizdikten sonra haşlama suyundan iki bardak alıp tencereye boşaltıyoruz ve üzerlerine ağır bir tabak yerleştiriyoruz. Tencerenin kapağını kapatarak dolmalarımızı orta ateşte yaklaşık 20 dakika pişiriyoruz.






Eğer Osmanlı (İstanbul) tipi midye dolma yapacaksanız dolma içine; soğanları öldürdükten sonra iki çorba kaşığı dolmalık fıstık, pirinçlerle birlikte yine iki çorba kaşığı kuş üzümü ve pirinçler suyu çektiği zaman birer avuç ince kıyılmış maydanoz ve dere otu eklemeniz gerekecek.

Bu çifte midye ziyafetinde; dolmaları ılıh ılıh, yanında bol roka salatası ve bir bardağını çorbaya boca ettiğiniz şarabınızla birlikte tüketmenizi tavsiye ederim. Midyeleri mideye indirmeden önce içlerine limon sıkmayı unutmayın. Afiyet olsun! 

Esen K.

Kaynaklar:

Akdeniz Balık Yemekleri, Alan Davidson, 1972, 1981, Dost Kitabevi Yayınları, Birinci Baskı, Aralık 2000


Balık Yemekleri, Kate Whiteman,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008
















Yeme de yanında yat, Bölüm II: Kuş yuvasından çorba

Kuş yuvası çorbası














Doğunun havyarı diye nitelendirilen kuş yuvası çorbası, mağaralarda yaşayan bir tür ebabil kuşunun yuvasından yapılan bir Çin mutfağı spesiyalitesidir. Yuvalar kuşların katılaşmış tükürüğünden inşa edildiği için yenilebilir (mi acaba???). Bu yuvalar Çin’de geleneksel olarak 400 yıldan beri tüketilir. Kuş yuvası çorbası insanlar tarafından tüketilen en pahalı hayvansal ürünlerden biridir. Kuş yuvası suda çözüldüğü zaman jelatinimsi bir bulamaca dönüşür ve çorba yapımında bu bulamaç kullanılır. Çorbası ya tuzlu ya da tatlı olarak hazırlanır.
En çok toplanan ebabil yuvaları beyaz (Aerodramus fuciphagus yuvası) ve kırmızı renkli (Aerodramus maximus yuvası) olanlardır. Beyaz yuvalar ve “kırmızı kan” yuvaları besin değeri açısından zengindir ve bunların geleneksel olarak sindirime yardımcı olduğuna, sesi güçlendirdiğine, libidoyu arttırdığına, astımı hafiflettiğine, konsantrasyon sağladığına ve genel bağışıklık sistemine faydaları olduğuna inanılır.
Yuvalar en çok Hong Kong ve ABD’ye ihrac edilir. Hong Kong’ta bir tas kuş yuvası çorbasının fiyatı 30 ila 100 dolar arasında değişir. Bir kilogram beyaz yuva 2,000 dolara, 1 kg “kırmızı kan” yuvası ise 10,000 dolara kadar alıcı bulabilir. Bu nedenle beyaz yuvalar genellikle renklerini kırmızıya dönüştürmek amacıyla kırmızı pigment ile işlenir fakat bu hileyi anlamak için yöntemler geliştirilmiştir. 
Yüksek fiyatların nedenleri yuvaların nadir olması ve toplayıcılar için yuva toplamanın çok riskli bir eylem olmasıdır. Toplayıcılar bu iş için karanlık mağaralara dalmak ve dik kayalıklara tırmanmak zorundadır. Her yıl birkaç toplayıcı iş başındayken hayatından olmaktadır. Bu çorba Asya genelindeki mega zenginler arasında çok yaygındır. Kimilerine göre pek lezzetli olmadığı gibi görüntüsü de hoş değildir. Lakin sıradışı tıbbi faydalarından ve afrodizyak özelliğinden dolayı çok aranan bir besindir. Beyaz yuvanın cilde, kırmızı olanın ise vücuda iyi geldiğine ve bol enerji sağladığına inanılır.
Bir rivayete göre Çin’de bundan yüzyıllar önce Kraliyet şefi tarafından hazırlanan farklı gurme lezzetleri tatmayı çok seven boğazına düşkün mü düşkün bir imparator yaşamış. Menü egzotik imiş ve her gün değişirmiş. Şef, imparator için yeni bir yemek yaratmayı başaramadığı zaman sadece pozisyonunu değil kellesini de kaybedermiş. Nereye kadar... Şefin biri bir gün artık çaresizlikten olacak limanda yeni bir egzotik tad peşinde koşarken bir tüccardan bu kuş yuvası çorbasını öğrenir. Tüccar şefe bu egzotik lezzetin ömrü uzattığından ve libidoya çok iyi geldiğinden bahseder. Tüccara göre Borneo’daki yerel halk bu çorbayı büyüleyici özelliklerinden dolayı bol bol tüketmektedir. Lakin tüccarımız bu çorbanın nasıl hazırlanacağını bilmemektedir. Kraliyet şefi tüccardan satın aldığı kuş yuvasını çorba olarak hazırlayarak majestelerine takdim eder. Uyanık şef imparatorun Feng Shui ve uzun yaşama tutkusunu bildiği için çorbayı bir ejderha ve bir anka kuşunun ortasında servis eder.

İmparator çorbanın ömrü uzattığını, hoş bir lezzeti ve aromatik bir kokusu olduğunu öğrenir öğrenmez kaşığını sabırsızca daldırır çorbaya ve tadına bakar; amma velakin lezzetini yavan bulunca şefi sorgulamaya başlar. Şef kelleyi kurtarmak için imparatoru çorbanın kendine has “belirgin” lezzetini almanın yolunun çorbayı arka arkaya kaşıklamak olduğuna ikna etmeye çabalar. İmparator öfkelenmeye başlar ve tam da “Tiz kellesi vurula!” diyecekken Kraliyet şefi: “Borneo’da...” der. “Borneo’da halk bu çorbayı ömürlerine ömür katmak için içiyor. Bu çorba insanları genç ve sağlıklı kılıyor. Ömürleri uzuyor, bu çorbadan dolayı uzun ve refah bir hayat sürüyorlar..." diyerek bocalamaya başlar. Şef çorbanın faydalarını uzun uzun anlattıktan sonra son bir koz olarak afrodizyak özelliğinden bahseder. Bu konuda sıkıntısı olan imparatorun gözleri fal taşı gibi açılır o anda; çünkü kendisi Borneo’nun egzotik bir yer olduğunu bilmektedir. Yasak şehrin sütunları da Borneo’dan getirtilen kerestelerden yapılmıştır. İmparator böylece ikna olur, yemeğini bitirince kuş yuvası çorbasının kendisine düzenli olarak sunulmasını ve Kraliyet şefinin de hakkıyla ödüllendirilmesini emreder.
Kraliyet şefi, imparatorun bu uzun ömür çorbasının ana malzemesinin bir kuş yuvası olduğunu öğrenmesini önlemek için yuvaları Borneo’dan getiren adamların bir şekilde katledilmesini sağlar. Yuvaları getirmek için her seferinde yeni adamlar görevlendirilir. İmparator uzun ve refah bir ömür sürer, libidosu tavan yapar ve düzinelerce çocuk sahibi olur. Bu çorba o zamanlar yalnızca Kraliyet ailesine ve zengin tüccarlara sunulmaktaydı. Sıradan vatandaşın bu çorbayı tüketmesi yasaktı. Uzun ömür çorbası bir Kraliyet yemeği olarak ünlendi ve limandaki tüccarımız tarafından dile getirilen üstün özelliklerinin yalan olmadığı da ispatlanmış oldu.
Esen K.

4 Ağustos 2011 Perşembe

“Italian Job”: “Durum”dan makarna çıkarmak

Birçok insan makarnaya tutkundur; bunun nedenini anlamak çok zor değildir: Bu, en az ekmek kadar basit temel besin maddesi çok farklı şekil, büyüklük ve çeşnilerle bizi kolayca baştan çıkartır; kısa sürede hazırlanabildiği gibi sayısız çeşitte sosun da iyi bir taşıyıcısıdır. Makarna ucuzdur, pişirmesi kolaydır, protein, vitamin ve mineral bakımından zengindir, yağ oranı çok düşüktür ve hafif bir sosla pişirildiği sürece vücuda çabucak sürekliliği olan bir enerji kaynağı sağlar. Bu nedenle sağlıklı ve dengeli beslenmede çok önemli bir rol oynar: Yani, bir paket makarna her ortamda hayat kurtarır.
Makarnanın ne zaman ve nerede icat edildiğine gelince; tarih sayfaları bu konuda oldukça pusludur. Yaygın bir inanışa göre, Marco Polo 13. yüzyılın sonlarına doğru makarnayı Çin’den alıp İtalya’ya getirmiştir. Lakin gastronomik İtalyan kaynakları bu fikre pek katılmazlar. Onlara göre bazı kaşifler çok daha önceleri Şark’tan çeşitli spagetti ve içi dolgulu makarna reçeteleriyle dönmüşlerdir memleketlerine. Aynı dönemlerde Arapların ve Hintlilerin de kendilerine has makarna çeşitleri olduğu gerçeği tarih sularını iyice bulanıklaştırır. Makarna büyük bir olasılıkla yapımına uygun tahıl bulunan kültürlerde aynı dönemlerde icat edilmiştir. O zamanlarda günümüzde de olduğu gibi makarna yapımında yaygın olarak durum buğdayı kullanılmaktaydı. Fakat Asyalı şefler makarna yapımında pirinç, karabuğday ve hatta maş fasulyesi gibi bazı baklagillerden elde ettikleri nişastalı bulamaçları da kullanırlardı. Tahıl önce öğütülür, sonra hamur hazırlamak üzere su ile karıştırılır, kaynayan suda pişirmeden önce açılır ve ince şeritler halinde kesilirdi.
Daha sonraları, makarna yapımında kullanılan hamurlar yumurta ve diğer lezzetli malzemelerle (ıspanak, domates, vb) zenginleştirilmiştir. 19. Yy İtalya’sında yeni makarna şekilleri tasarlanmış olup seri kuru makarna üretimine başlanmıştır.
Makarna yapımında kullanılan durum buğdayı (Triticum durum), protein ve B vitamini açısından ekmeklik buğdaya (Triticum aestivum) göre daha zengindir. Tane yapısı daha serttir ve rengi de daha koyudur. Durum buğdayı dünya çapında yalnızca İtalya, Kanada ve Türkiye’de üretilir. Makarna bu özel buğdaydan elde edilen irmikle yapılır.
Makarnanın tazesinin mi kurusunun mu daha makbul olduğuna dair tartışmalar uzun yıllardan beri süregelmektedir. Bunun cevabı basittir: her ikisi de mükemmeldir ama birbirinden farklıdır, bunun kararını herkes kendince vermelidir.
Günümüzde makarnanın hem kurusu hem de tazesi çeşitli biçimlerde tüm süpermarketlerde bulunabilmektedir. Ancak bunlar lezzet bakımından ev yapımı yumurtalı makarnanın yerini kesinlikle tutamazlar.
Evde makarna yapmak ise hem çok eğlenceli hem de çok basittir. Yaz aylarında birkaç yemek dostu bir araya gelip imece usulü kışlık makarnalarınızı hazırlayarak çok güzel vakit geçirebilirsiniz. Bol miktarda hazırladığınız makarnaları kurutarak bez torbalarda ya da buzdolabı poşetlerinde dondurarak saklayabilirsiniz.
Ev yapımı yumurtalı makarna tarifine gelince: 3-4 kişilik makarna hamuru için 200 gr (1.5 su bardağı) durum buğday unu (ya da ekmeklik sert beyaz un), bir çay kaşığı tuz, 2 yumurta ve 15 ml (1 çorba kaşığı) sızma zeytinyağı yeterlidir.
Unumuzu eledikten sonra tezgahın üzerine boşaltıyoruz ve ortasına bir çukur açıyoruz. Yumurtalarımızı açtığımız çukurun içine kırıyoruz. Tuzumuzu ve zeytinyağımızı ilave ediyoruz. Sonra bir çatal yardımıyla yumurtalarımızı aynı beton harcı karar gibi dıştan içe doğru hareketlerle yavaş yavaş unumuza yediriyoruz. Bu sırada eğer hamur fazla cıvıksa un ekliyoruz, yok sıvısı az ise suyla besliyoruz. Daha sonra hamurumuzu pürüzsüz bir kıvama gelene dek el yordamıyla iyice yoğuruyoruz ve 4-5 cm çapında bir rulo haline getirip streçle kaplayarak esnekliğini artırmak için 30 dakika kadar dinlendiriyoruz.
   
                                                                                                        









Dinlendirdiğimiz hamuru yaklaşık 1.5-2 cm kalınlığında küçük parçalar halinde kesiyoruz. Sonra makarna makinamızı (MakMak) yemek masamızın üzerine kuruyoruz. Küçük hamur parçalarını MakMakın hamur açma kısmında bir kaç kademede incelterek açıyoruz. Bu aşamada, kafi incelikte açmış olduğunuz hamuru lazanya şeklinde keserek de değerlendirebilirsiniz. Daha sonra açmış olduğunuz hamuru MakMakın iki kademesinden birinde keserek ya linguine (ince yassı spagetti) ya da fettucine (kalın yassı şerit makarna) elde edebilirsiniz.
Eğer MakMakınız yoksa hamur parçalarını oklava ile de açabilirsiniz. Hamuru yeterli incelikte açtıktan sonra üzerini hafifçe unlayıp oklava yardımıyla rulo şeklinde sarıyorsunuz. Son olarak hamuru istediğiniz incelikte keserek taze makarna şeritleri elde edebilirsiniz.
Püf noktaları:
·    Rulo halindeki hamuru parçalar halinde kestikten sonra üzerini mutlaka örtmek gerekiyor, yoksa hamur parçalarının kenarları kuruyor ve açma esnasında sıkıntı yaratıyor.
·       Her bir hamur parçasını açıp kestikten sonra MakMakın açma ve kesme kısımlarının altını ıslak bir bezle mutlaka silin, yoksa altta kalan küçük parçalar bir sonraki açma/kesme aşamasında başınıza bela olacaktır.
·        MakMakta makarnayı keserken hamurun kuruluk oranına mutlaka dikkat edin. Ne çok kuru ne de yaş olacak. Hamur çok kuru olursa şeritler keserken kırılır, yaş olursa da birbirlerine yapışırlar.

      










Ben makarnalarımı fettucine şeklinde kestim. Domatesin en güzel zamanı olduğu için sos olarak müptelası olduğum domates sosundan hazırladım: Bir büyük baş soğanı incecik doğradım ve sızma zeytinyağı kullanarak sos tenceresinde yumuşayana dek birkaç dakika kavurdum. 3 diş sarımsağı yine küçücük doğrayıp soğanlarla birlikte 1-2 dakika çevirdim. Tencereye tuz, karabiber ve bir tatlı kaşığı esmer toz şeker ekledim. 5 adet büyük tarla domatesini rendeledim ve kendi balkonumda yetiştirdiğim 7-8 tane fesleğen yaprağı ile birlikte karışımın içine boşalttım. Sos tenceresinin kapağını kapattım ve sos yoğunlaşana dek kısık ateşte arada bir karıştırarak pişirdim. Sosumu daha sonra ince bir süzgeçten geçirdim ve tekrar tencereye boşalttım. Sosu bağlamak amacıyla içine 2-3 yemek kaşığı çiğ krema ekledim, kısık ateşte karıştırarak bir dakika daha kaynattım ve böylece sosumu tamamlamış oldum.
Taze makarnalarımı kaynayan tuzlu suda 4-5 dakika kadar haşlayıp süzdükten sonra sosumla karıştırarak servise hazırladım. Üzerine bolca parmesan rendeleyerek afiyetle götürdüm.  İnanın böyle hafif domates soslu bir makarnayı istisnasız her gün tüketebilirim. 

Eski Dünya’nın makarnası ile yeni Dünya’nın domatesinin yüzyıllar önce kıyılan ve fesleğen ile taçlandırılan nikahı ile başlayan birliktelikleri aynı tabakta mutlu mesut sürmekte... Her öğün başlangıcında çorba niyetine giriş olarak makarnadan vazgeçemeyen, yeme içme konusunda işini bilen İtalyan dostlarımıza selam olsun... Saluti İtalia !

Balkonumuzda yaşayan taze fesleğenler












Esen K.

2 Ağustos 2011 Salı

Asparagus: ‘Kuş’ istese de ‘kon(a)maz’ ki

Asparagus, Liliacea familyasından, yeraltındaki köküne yaygın olarak kuşkonmaz (Asparagus officinalis) adı verilen yenebilir sürgünler veren çok yıllık (15-20 yıl) bir bitkidir. Toprak altında kalan sürgünler beyaz renktedir, toprak üzerindekiler ise yeşilden mora değişkenlik gösterir. Anavatanı Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’dır. Mısırlılar’dan beri bilinen, Romalılar tarafından sevilerek tüketilen kuşkonmaz, Fransa’da ancak XIV. Louis döneminde yetiştirilmeye başlandı: Güneş Kral bu sebzeyi çok seviyordu. Tarihi belgelere göre Roma İmparatorluğu’nda ise özel kuşkonmaz toplama bölüğü vardı.
Kuşkonmaz’ın toprak üzerindeki kısmı ince dallı çalı veya yarı çalı halinde olduğu için en ufak bir kuşun bile ağırlığını taşıyamaz: Yani ‘kuş’ istese de ‘kon(a)maz’...
Kuşkonmaz bugün en çok Fransa, İtalya, Peru, Çin ve ABD'de yetiştirilir. Mevsimi Mart ayından Temmuz ayına kadardır. Ülkemizde yetiştiriciliğine 1960’lı yılarda başlanmış olmasına rağmen, tüketim şeklinin bilinmemesi, fiyatının yüksek olması, tadının alışılmış bir tat olmaması gibi nedenlerle pek tutulmamış ve yetiştiriciliği son birkaç yıla kadar yayılamamıştır. Ancak son yıllarda Ege, Akdeniz, Marmara ve İç Anadolu bölgelerinde kuşkonmaz yetiştiriciliği yaygınlaşmaya başlamıştır.
Kuşkonmaz, mevsiminde büyük marketlerin sebze reyonlarında demet halinde satılmaktadır. Fiyatı eskiye oranla nisbeten daha düşüktür. 400 gr ağırlığındaki bir demet kuşkonmazın fiyatı 7 TL civarındadır.
Enerji oranı düşük bu sebze A ve C vitaminleri bakımından zengindir. Kullanım biçimi ne olursa olsun önce suda ya da buharda haşlanır.
Kuşkonmaz, Fransız mutfağında haşlanmış yumurta, çırpılıp yağda pişmiş yumurta ya da kayısı yumurta, balık yemekleri, küçük et parçaları, dana uykuluk, piliç ve av hayvanları yemekleri için garnitür olarak kullanılır.
Tuzlu kaynar suda pişen kuşkonmazlar limon eklenmiş erimiş tereyağı, krema, Hollandaise sos, v.b. değişik soslarla çok iyi uyum sağlar.
İtalyanlar ön pişirmeden sonra pizzasını yaptıkları gibi makarnalarda ve risottolarda da kullanırlar. Ayrıca, ızgarada pişirdikten sonra zeytinyağı ve limonla lezzendirerek de tüketirler.
Bununla birlikte, kuşkonmazın çorbası çok lezzetli olur ve değişik salatalarda da kullanılabilir.

Gelelim kuşkonmazların hazırlanışına: Öncelikle yapmamız gereken sebzelerimizin odunsu sap kısımlarının iyice lifli olan kabuklarından kurtulmak. Bunu bir patates soyucusu ya da keskin ince bir bıçak yardımıyla kolaylıkla yapabilirsiniz. Kuşkonmazlarımızı daha sonra tuzlu kaynayan suda haşlıyoruz ya da buharda pişiriyoruz. Püf noktası sebzeleri kesinlikle fazla yumuşatmamak, dişe gelir vaziyettelerken pişirme işlemini tamamlamaktır. Bunun için pişirme sırasında tencerenin başından pek ayrılmadan ara sıra elle ya da bizzat tadarak kontrol etmek gerekir. “O” an geldiğinde kuşkonmazları, pişirme işlemini durdurmak ve yeşil renklerini korumalarını sağlamak için hemen hazırda bulunan buzlu suya atıyoruz. Sebzeleri yaklaşık bir dakika kadar buzlu suda tuttuktan sonra bir kağıt havlu üzerine seriyoruz ve kurumalarını sağlıyoruz. Bu ön pişirme yöntemine mutfak dilinde blanche (fr.) adı verilmiştir. Bu kısa süreli pişirme sayesinde, hem sebzelerin diriliğini, rengini ve lezzetini korumuş hem de vitaminlerin suya karışmasını engellemiş oluyoruz.
Pişirmenin ikinci aşamasında yapışmaz bir tavada tereyağını eritiyoruz ve kuşkonmazlarımızı üzerlerine biraz deniz tuzu ve taze öğütülmüş karabiber ekleyerek orta ateşte 2-3 dakika kadar çeviriyoruz ve herhangi bir tavuk, kırmızı et ya da balık yemeğinin yanında garnitür olarak servis ediyoruz. Bu iki aşamalı pişirme usulünü tüm yeşil sebzelerde (taze fasulye, börülce ve bezelye, brokoli, Brüksel lahanası, ıspanak, pazı, v.b) uygulayabilirsiniz. Yalnız, sebzesine göre değişen farklı pişirme sürelerine dikkat! Son bir hatırlatma: sebzelerin haşlama suyunu buzdolabında saklayıp daha sonra her hangi bir çorba, pilav, makarna ya da risottoda değerlendirebilirsiniz.
Ben, bu şekilde hazırladığım kuşkonmazları somonun yanında garnitür olarak kullandım. Hemen kısacık aktarayım:
Balığımın sosu için: 2 çorba kaşığı dijon hardalını, 1 çorba kaşığı taneli hardalı, 4 çorba kaşığı balı, 1 çorba kaşığı soya sosunu ve 1 çay kaşığı taze çekilmiş karabiber ve 1 çorba kaşığı zeytinyağını bir cam kasede iyice karıştırıp kenara aldım.
İçine çok az sızma zeytinyağı koyduğum yapışmaz bir tavayı iyice kızdırdım. Kemiksiz somon filetolarını deniz tuzu ve karabiberle tatlandırdıktan sonra mühürlemek amacıyla (balığın suyunu içine hapsetmek için), önce derili tarafından başlayarak her iki yüzünü kızgın tavada yaklaşık 1 dakika olmak üzere çevirdim. İkinci aşamada, filetoları daha önceden 160 dereceye ayarlayıp iyice ısıtmış olduğum fırında renkleri pembeye dönene kadar yaklaşık 3-4 dakika daha pişirdim. Sonuçta, somongillerin suyu içinde kaldı ve tam kıvamında pişmiş oldu. Balık pişirmenin en önemli püf noktası ve en zor yanı budur: İçi ne kuruyacak ne de çiğ kalacak. “O” anı yakalamak biraz da tecrübe işi tabii ki. Fırında pişirme süresi filetoların kalınlığına göre değişir. Bu yöntemi diğer büyük balıkların filetolarını pişirirken de kullanabilirsiniz.
Somon filetolarını kuşkonmazlarla birlikte geniş bir tabağa aldıktan sonra sosumu da üzerine gezdirip ince kıyılmış maydanozla süsleyerek servise hazırladım. Kuşkonmazların topraksı tadıyla Norveç somonunun okyanus lezzeti çok yakıştı birbirine.

Esen K.

Kaynakça:

Larousse gastronomique, 2005, İstanbul, Oğlak yay.